-Nan Chan- Bölüm 12: "Luocha 3"
Cang Ji'nin dilinin ucundaki o azıcık kan tadı bir ruhani enerji dalgasına döndü ve boğazını ıslatan tatlılık çoğaldıkça Cang Ji beyaz dişlerini göstermeden edemedi.
Luocha Kuşu onlara doğru çullandı fakat daha yere inemeden Cang Ji gümüş pençelerini kavradı ve devasa vücudunu fırıl fırıl döndürdü. Hayalet gardiyanlar zamanında geri çekilemedi ve Luocha kuşu onlara çarparak onları uçurdu.
"Teslim olun!" Hayalet gardiyanlar bağırdı ve dönerek uzun zincirlerini fırlattılar.
Zincirler şiddetli karı silkerek kendilerini ezici bir darbeyle baş ederken tıslayan pitonlar gibi ortaya çıkardılar. Cang Ji kenara kaçtı, takla atarak iç içe girmekte olan zincirler ağının üzerine basarken formu çetindi. Ayağının ucuyla zincirlerin bağlandığı noktayı bastırdı ve aniden yukarı kaldırdı. Zincirleri tutan Hayalet gardiyanların hepsi aynı anda ona doğru çekildi ve birbirlerine çarparak koca bir vücut topu haline geldiler.
Bunu gören Luocha Kuşu kanatlandı ve kaçmaya yeltendi. Jing Lin ileri bir adım attı ve kuş sanki rüzgardan bir duvara çarpmış gibi isteksiz çığlıklar attı. Yerde titredi, kanatları ve pençeleri kasılıyordu, öylesine sarsılıyordu ki çanın sesi gittikçe daha da arttı. Yaklaşmakta olan tehlikeyi sezince, kuş yüzünün yanında beliren şeytani çehre tiz bir çığlık attı, tek kafada diğer yüz ile yan yana sıkıştı. Gülünç derecede tuhaf görünüyordu. Çok geçmeden, onları çevreleyen havaya çürük ceset kokusu yayılmaya başladı. Kuş çıkmazdan kurtulup kaçmak için gerçekten karnındaki bakır çanı sindirmeye çalışıyordu.
"Bakır çan nerede?" Cang Ji hayalet gardiyanların sürpriz saldırısını engellemek için Luocha kuşunu tekmelediği sırada Jing Lin'in yanından geçti ve onu kolundan tuttu.
Jing Lin yanıtladı, "Onun karnında."
Luocha kuşu yere düştü, sonra aniden kanatlarını çırptı ve tiz bir haykırışla yükseldi. Hayalet gardiyanların zincirlerini çekiştirip koparırken tüm duyuları kaybolmuştu. İnsan yüzlü kafa, ağzıyla kağıt yırtarmışçasına hayalet gardiyanlardan birini ikiye ayırdı. Sonra onu yutmak için kafasını kaldırdı.
"Demek bir obur." Cang Ji parmaklarını kütürdetti, Luocha kuşu ona doğru atılırken yüzünü ona döndü. Kütürdeme sesleri arasında gülümsedi ve sakince konuştu, "Tesadüfe bak, ben de senin büyük babanım."
Cang Ji bunu dedikten hemen sonra harekete geçti. Kara basıp havada süzülürken vücudu bir çin kazı gibiydi. Zincirleri elinde tarttı. Kaçıp kurtulmaya çalışan Hayalet gardiyanlar onu fark edemeden güçlü bir kuvvet onları geri sürükledi. Luocha Kuşu şimdiye öfkeden deliye dönmüştü, karşısına çıkan herkese saldırıyordu. Cang Ji, Hayalet gardiyanları Luocha Kuşu'na yem ederken acı dolu feryatlar koptu.
"Nasıldı?" Cang Ji bir ayağıyla Luocha Kuşu'nun sırtına bastı ve demir zinciri sallayarak yağan karın içinde tüylerini kabartmasına neden oldu. "Beni baban olarak kabul et ve bir daha yemek endişen olmasın."
Luocha Kuşu kafasını sarstı fakat Cang Ji'yi üzerinden atmayı başaramadı. Bir anlık ahmaklıkla Luocha Kuşu bakışlarını Jing Lin'e çevirdi. Daha kanatlarını açamadan demir zincirler onu engellemek için etrafını sardı ve sıkıştırdı. Kafası yere çarpıldığında boynunun arkasında bir ağırlık oldu. Demir zincirler daha da sıkılaştı, boynunun şekli neredeyse değişene kadar onu boğdu. Luocha Kuşu kan dondurucu bir çığlık attı, af dilenmek için türlü türlü suratlar üst üste bindi.
"Nereye gidiyorsun sen?" Cang Ji iki kafasını da tekmeledi.
Luosha Kuşu'nun iki yüzü de aynı anda, biri ağlarken ve diğeri de yalakalık yapmaya çalışırken konuştu: "Beni bağışlayın... Beni bağışlayın!"
"Seni bağışlayayım mı?" Cang Ji önüne çöktü ve gülümsedi. "Tabii, bağışlayabilirim, ama birkaç sorumu cevaplaman lazım."
Luocha kuşunun bir çift gözü sefil görünürken diğer çift hızla döndü. Konuşurken sesleri üst üste bindi, "Sor hadi."
Cang Ji'nin onu eliyle çağırmasını beklemeden Jing Lin yanına geldi.
Jing Lin sordu, "Bakır çanı sana kim verdi?"
Luocha Kuşu, bakışları oradan oraya dönerken yüzlerini kapadı. Boğuk bir gıdaklama sesi çıkararak kaçamaklı bir cevap verdi, "Tesadüfen. Tesadüfen yedim!"
Jing Lin onu bölmeyerek hafifçe başıyla onayladı. Sormaya devam etti, "Sen mezarlıklarda yaşıyorsun ve ceset yığınlarından doğdun. Neden yemek aramak için buraya geldin?"
Luocha Kuşu cevapladı, "Buradaki şeylerin tadı çok lezzetli."
Jing Lin onu sorgulamayı bıraktı. Luosha Kuşu, Cang Ji'nin ayağa kalktığını görünce bir yüzünde kinci diğer yüzünde yalvarır bir ifade ile konuştu. "Serbest bırak beni. Çabuk."
Cang Ji'nin avucundaki zincirler yere düştü. Çenesini Jing Lin'e doğru kaldırdı ve konuştu, "Arkanı dön ya da gözlerini kapa. Seç birini."
Jing Lin'in yüzünün yanı karın beyazı ile örtülmüştü. Pamuk mendilini çıkardı, özenle parmaklarını silerken konuştu, "Kıyafetlerini kirletme."
"Kirlense de fark etmez, bana yenisini giydiriverirsin." Cang Ji ayaklarını kullanarak Luocha Kuşu'nun yüzünü kaldırdı ve küçümseyici bir şekilde gülümsedi. "Korkma. Babacık sadece karnını yarıp bir şeyler alacak."
Luocha Kuşu'nun dört gözü birden fal taşı gibi açıldı ve şiddetle çırpınmaya başladı. Demir zincir boynunu sıktı ve ve Cang Ji'nin ayakkabı tabanındaki kafa daha da gerildi. Luocha Kuşu'nun iki yüzü de şişti ve boğazının hafif inip çıkışı gittikçe azalıp yerini bir fışkırma sesine verdikten sonra vücudu kasılmayı bıraktı. Sanki küçük bir bıçak bütün ruhani enerjisini kazıyıp geçmişti, kemik boşluklarındakileri bile bırakmamıştı. Son nefesini verdiği anda dört gözü birden yukarı doğru döndü.
Cang Ji ellerini yıkamak için havuzda çömeldi ve ellerini burnuna tutarak kokladı. Sanki hala üstünde bir koku var gibiydi. Sinirlenerek suyu sıçrattı ve hızla kıyıya gitti. "Çok kötü kokuyor."
Jing Lin'in o sırada o kadar uykusu vardı ki sadece ağacın üstünde durduğu yerden yarım yamalak bir homurtu çıkardı. Gözlerini açmaya bile çok üşeniyordu. Gece bitmeden, burnu dışarının dondurucu soğuğu ile kıpkırmızı olmuştu.
Cang Ji suyun içinde çırılçıplak duruyordu. Omzunu ve kollarını kaplayan ağır kar, kaşla göz arasında su damlacıklarına dönmüştü. Anlaşılan soğuk ne bilmiyordu ve suyun içinde beline kadar gömülü olmakta herhangi yanlış bir şey bulmuyordu.
"Hey." Cang Ji su damlacıklarını silkti. "O çan cidden sana ait değil mi?"
Jing Lin kendini zorla uyanık hale getirdi ve cevap olarak bir "hı-hı" sesi çıkardı. Cang Ji bu gece kanından birkaç damla almıştı ve uyanık kalmakta zorlanıyordu. Uyumalıydı. Cang Ji kıyının sığ tarafında yürürken etrafa su sıçradı. Kendini hazırlayıp dönerek Jing Lin'in önüne ayakta durur bir pozisyonda atladı ve ona uzun uzun baktı.
"O kadar çaba harcadık, sırf sahte olduğunu keşfedelim diyeymiş. Elime herhangi bir şey geçmemesine rağmen o kadar uğraştım. Midesi ne kadar iğrenç kokuyor hiçbir fikrin yok." Cang Ji kolunu kaldırıp koklarken Jing Lin'in beline hafif bir tekme attı. "Hala kokuyor muyum?"
Jing Lin bitkin bir şekilde gözlerini açtı ve anında o şişko balığın utanmaz karnını, yapılı bacaklarını ve o çıplak, serbest özel bölgesini gördü.
Jing Lin bakışlarını kaçırdı ve konuştu, "Artık kokmuyorsun."
Cang Ji çömeldi ve Jing Lin'e yaklaştı. Yüzü zarif ve gözleri çekiciydi. Jing Lin'ine o kadar yakındı ki Jing Lin bilinçsizce çabucak bakışlarını başka yöne çevirdi.
"Yoksa çoktan sahte olduğunu fark edip onu avlamam için beni bilerek kandırdın mı?"
Jing Lin'in yüzünde hafif bir şaşkınlık belirdi, neredeyse "masum" görünüyordu. Sordu, "Ben seni neden kandırayım?"
Cang Ji ona kuşkulu bir bakış attı ve konuştu, "Bu gece sahiden de bilmecelerle dolu. Bu bir tesadüf gibi durmuyor. Neredeyse bir başkasının oyununa çekiliyormuşuz gibi. Hayalet gardiyanlar neden geri dönüp bizi kovaladı?"
"Zincirleri boştu, yani ruhu ele geçirememişler. Onlardan önce başka birisi almış olmalı." Jing Lin hafifçe arkaya yaslandı. "Giyin."
Gerilemek yerine Cang Ji yaklaştı ve sordu, "O zaman bunun bizimle ne alakası var ki?"
Jing Lin açıkladı, "Bir ailedeki dört kişinin hepsi hayatlarını kaybetti. Olay zaten yeterince tuhaf değilmiş gibi, Luocha Kuşu'nu da çekti. Ama Hayalet gardiyanlar yine de o ruhu bulamadı. Tesadüfen karşılarına çıkınca bizden şüphelenmeleri normal."
Onları buraya bakır çan çekmişti. Ancak Luocha Kuşu'nun midesindeki çan, Jing Lin'in kaybettiği çan bile değildi.
"Sana kim komplo kurabilir ki?" Cang Ji sordu. "Dağdan gizlice indik ve buranın yönetiminden sorumlu olan ilah seni göremiyor bile. Başka kim biliyor ki?"
Jing Lin'in kimliği sahiden gizemliydi. Şimdiye kadar vücudu bir insanınki mi, bir iblisinki mi, bir hayaletinki mi yoksa bir ilahınki miydi, saptamak hala zordu. Fakat Cang Ji'nin duyduklarına göre herkes Jing Lin'i ölü zannediyordu. Yani, Jing Lin'in mizacını ve bakır çanın önemini başka kim bilebilirdi ki?
"Belki de öyle değildir." Jing Lin donuk, soğuk elleriyle ağzını örttü ve avuçlarına üfledi. "İçi ruhani enerjiyle dolup taşan bir bakır çan bir ölümlünün eline geçse fark edilmemesi çok zor olur. Az çok kültivasyonu olan, bu çanın değerini bilir. Bu kişi veliaht prensin yerine rakun koyduğuna* göre gerçek olanı çoktan ele geçirmiş olmalı. Onun peşine düşeceğimizden korktuğundan bizi oyalamak için kasten sahtelerden birini göndermiştir."
*Veliaht prensin yerine rakun koymak: bir şeyin gerçeğinin yerine sahtesini koymak anlamına gelir. Hikayesi ise şöyledir; bir gün kraliyet cariyelerinden biri kıskançlıktan diğer cariyelerden birinin bebeğinin yerine kürkü yüzülmüş bir rakun koyar ve ocariyenin saraydan atılmasına neden olur. Öldürülmesi gereken bebek ise başka bir prens tarafından bulunur, büyütülür ve veliaht prens olur.
Lakin, zamanlama o kadar yerindeydi ki Jing Lin'i kuşkulandırdı. Zihninden birileri geçse de bir şey demedi.
"O zaman, gerçek olanın izi daha fazla sürülemez mi?" Cang Ji merak etti.
"Evet öyle." Jing Lin ona sessizce baktı. "Şimdi beni yemen için harika bir zaman."
"O benim meselem." Cang Ji neredeyse "bu seni ilgilendirmez" diyecekti fakat kendini tuttu ve konuştu, "O kadar mı ölmek istiyorsun?"
Jing Lin sordu, "Bu o kadar tuhaf bir şey mi?"
Gözleri şu anda, şaşırtıcı bir şekilde, sanki gerçekten meraklıymış fakat daha önce bunun yanıtını hiç almamış gibiydi.
Cang Ji'nin bir anlığına dili tutuldu. Ona karşı gelmek istemişti fakat diyecek bir şeyi yoktu.
Jing Lin yaşıyor mu ölüyor mu beni ilgilendirmez. Onu yediğim sürece her zaman benimle birlikte olur, asla ayrılamaz ve asla beni terk edemez. Böylesi daha iyiydi. Arkadaşlıkları bitse bile Jing Lin'in yaşama veya yaşamama arzusu onu sadece yemek isteyen Cang Ji'yi ne ilgilendirirdi?
Fakat yine de, Cang Ji'nin kalbinin diğer tarafı birden konuştu.
Ama bu beni hiç mutlu etmiyor.
Böylece kaba bir şekilde yeni kıyafetler çıkardı ve üstüne giydi. "Tuhaf. Hem de çok tuhaf!"
Bir süre üstünü giyindikten sonra Jing Lin'in bir şey söylemek istermiş gibi belli belirsiz bakışlarını gördü. Cang Ji kendini beğenmiş bir şekilde konuştu, "Nereme bakıyorsun sen? Beni övmene izin veriyorum. Eğer iltifat etmeyeceksen ağzını bile açma."
Jing Lin sakinliğini korudu. İkisi birlikte ağaçtan inip yola çıktıklarında Cang Ji kıyafetleri yüzünden rahatsız oldu. Sessizlik içinde hana geri döndüler ve Jing Lin tam gözlerini kapamıştı ki arkasından biri üstüne atladı.
Cang Ji vahşice konuştu, "Neden bana pantolonumu ters giydiğimi söylemedin?!"
Jing Lin'i çevirdi ve sanki çoktan derin bir uykudaymış gibi gözlerinin kapalı olduğunu gördü. Sinirli ve içerlemiş bir şekilde kısık bir sesle konuştu, "Hemen de rol yap zaten!"
Küçük taş heykel yastığın altından çıktı ve kahkahayla yuvarlandı. Cang Ji, Jing Lin'i bıraktı ve yan tarafa yattı, bastırılmış kin ile yatağı yumrukladı. Jing Lin'in sakin ve umursamaz profiline sertçe baktı, onu birkaç kez daha ısırmayı öyle istiyordu ki...
Ertesi gün, Cang Ji uyanıp Jing Lin'in henüz uyanmadığını görerek küçük taş heykeli aldı ve onu omzuna koydu, biraz eğlenmek için aşağı inerken esniyordu. Jing Lin'i taklit etti ve hancıya birkaç gümüş inci attı. Hancının şefi göğe kadar övmesini dinledikten sonra Cang Ji rahat bir şekilde siparişini verdi.
"Yemek istiyor musun?" Cang Ji kolunu sandalyeye yasladı ve küçük taş heykele sordu, "Düşününce, tuhaf. Ağzın yok, ayrıca ruhani enerji de tüketmiyorsun. Gün boyu neyle ayakta duruyorsun sen?"
Küçük taş heykel yemeği bekliyormuş gibi dizine oturmuş çubukları tutuyordu. Bunu hem saçma hem de sevimli bulunca Cang Ji dizini sallamadan edemedi. Taş heykelin sarsılarak, öfkeyle ona birkaç tekme attığını görünce neşelendi.
Onu gıcık ederken aniden birinin holde fısıldadığını duydu.
"Bugün büyük bir şeyler oldu! İhtiyar Chen'i biliyorsunuz ya, hani batı yakasında şeker figürler* satan? Bu sabah, komşusu yetkililere bildirmiş. Yamen valiliğindekiler oraya gitmişler ve kapıyı kırıp açmışlar. Hoba! Beş kişilik ailenin hepsi yok olmuş!"
Beş kişilik aile mi?
Cang Ji'nin kalp atışı hızlandı.
Dört değil miydi?
*şeker figür: Sıcak, akışkan şeker kullanılarak yapılan geleneksel Çin halk sanatı.
--------------------------------------------
Çeviri: Prynhoho
Yorumlar
Yorum Gönder